3 Ağustos 2009 Pazartesi

FITIK ETTİLER Ama Ameliyat etmiyorlar..!

İlk canlı hücreler 3,5 milyar yıl önce oluşmaya başlamış biliyormusunuz ? Hücre deyip geçmeyin, birsürü parçadan ouşuyor. Organelleri var yani. Bunları fıtık ameliyatı için yattığım hastanede okuyorum. Kitabın adı: “Dinazorların Sessiz Gecesi” Yazarı Bir Alman, Hoimar Von Ditfurth.
Hücre, 5 ana yapıdan oluşuyor. Çekirdek, Hücrenin beyni gibi diyelim. Mitokondridler hücrenin zarında lameller gibi yapıdalar ve enzimatik yöntemlerle enerji üretiyorlar. Ribozomlar ise hücrenin sentez fabrikaları, protein ve enzim üretiyorlar. Kamçılar ise hücrenin hareketini sağlıyor, Kloroplastlar ise yeşil renk oluşturan yapılar. Bu beşinci öğe her hücrede yok. Bizde ve aslanda yok yani. Yalnız bitkilerde var.
Kloroplast deyip geçmeyin çok önemli. Güneşten gelen fotonları alıyor, +su+karbondioksit = Nişasta, yağ, protein ve oksijen üretiyorlar. Yani bizler ve herkez için gerekli her şey…
Yani bitki hücreleri olayı çözmüş. Işın güneşten, su gökten, karbondioksit zaten bol, yap sentezi, yaşa git…Kebap anlayacağınız. Öyle iş bulma, emeklilik bekleme filan gibi şeyler yok…Yada zavallı arslan gibi günlerce aç açına av arama gibi zahmet hiç yok.
Tam kloroplasta sahip hücrelere özeniyordum ki, olay farklılaştı ileriki satırlarda. Bu sefer, kendi bünyelerinde kloroplasta sahip olmayan hücreler, bizim ekmek elden su gölden yaşayan kloroplastlı hücreleri iyi bir besin kaynağı olarak belleyip onları yemeye başlamışlar. Bu dünyada rahat yok abi…
Milyarlarca yıl evrimden sonra bizler, inekler ve aslanlar hep kendi bünyesinde kloroplast barındırıp güneşten aldığı ışık, topraktan su ve havadan karbondioksitle beslenip, karınca kararınca hayatını sürdüren bitkileri tüketir olmuşuz. Biz otu ve ineği yemişiz, aslan otu yeyip et sahibi olan ceylanı filan yemiş.
Hatta bir Rus bilim adamı Baron Mereşkovski, hücrelerin bu farklı yapılarını inceledikten sonra: “Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmalarının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız kloroplast bulunmasıdır” demiş. Aslan ve insan gibi canlılar için ise, besinini av yoluyla sağlamak zorunda olan, yer değiştiren canlılar olarak açıklamış. Hareketli, kendi besinini üretemediğinden, haydutça sağa sola saldıran yaratıklar yani…
Fıtık dedim de ne alaka şimdi bu diyeceksiniz…Anlatayım…
İşler berbat, Ülkenin en büyük tekstil holdinginden 300 bin ytl alacağım var, bir sürü yerede bir sürü borcum… Al alacağını, kapat borçlarını diyeceksiniz ama, Adamlar uyanık, mahkeme kararı almışlar, iflas erteleme diye, bir şeylerine dokunamıyorsun…1993 ten bu yana devam eden ticari hayatım bitmiş…iş arıyorum, mesleğim tekstil, tekstil de bitmiş. Yaş gelmiş 52 ye. Tanıdık çevreye söylüyorum iş verin diye, “Estafurullah Kenan abi…! “ diyorlar. Beni onurlandırdıklarını sanıyorlar… Başka bir alana geçsem, o alanda sıfırdan başlamam gerek, işi öğrenmem gerek. Vs.. Kimi de gerçekten iş aradığıma inanmıyor, oysa bizim gözümüz, üzerinde birçok haciz olan arabanın mazot ibresinde, ha bitti ha bitecek, eve varamayacağızda. Ya da yol kenarında bulabileceğimiz, 20 kuruş olan efes-filsen şişelerinde. Neyseki bir arkadaşım benden birine bahsetmiş, övmüş, gelsin görüşelim demişler. Çok sevindim. Adam Trakyada bir fabrika kuruyormuş. Kendi istanbul’da yaşadığından oranın başında duracak birine ihtiyacı varmış.. Hemen işe başladım. İstanbul’daki fabrikada bir dönem çalışacağım, sonra trakyadaki fabrika bitince oraya gideceğim diye gözümü dört açmış iş akışını kavramaya, işletmenin ve kendimin eksiklerini öğrenmeye çalışıyorum. Ama patronum biraz değişik. Çok alt kademeden bu duruma geldiğinden, bir profesyonelle çalışmaya alışık değil. Şirketlerinde telefona bakacak bir sekreter bile yok. Plan, proje hiç yok. Bilgi akışı sıfır. Herkez patronun aklından geçeni tahmin etmek zorunda. Patronumun en sevdiği şey, koli yapmak, mal sevketmek. Ben de koskoca adam koli yaparken seyredemem ya, dalıyoruz birikte koli yapma, sevkiyat olaylarına…Ama kimse ondan iyi koli yapamıyor, koli bantını doğru yapıştıramıyor…Diğerlerini en sert şekilde azarlıyor, benim bant yapıştırma, ya da koliyi tutuş eksikliklerimde ise bağırmamak için kendini frenlediğini açıkça belli ederek, uygun bir ses tonuyla “Kenan Bey öyle değil, böyle…” diyor. Eh buna da şükür diyoruz. Sonra yavaş yavaş, hadi şu pikabı dolduralım şu müşteriye götür, Kenan bey, eve dağıtılan malları kadınlardan toplayabilirmisiniz derken, bizim Trakya’daki fabrika Müdürlüğü döndü, Koca minibüsü yükleyip, Sultanhamam’ın dar sokaklarında küçük Anadolu toptancılarına mal dağıtma olayına.. İki bel fıtığı ameliyatı geçirdiğimden çok dikkat ediyorum kendime indir bindir yaparken. Bu arada 3 ayda 15 kilo verdim. Tazı gibi atik oldum yani ama bel fıtığını düşünürken kasık fıtığı oluvermişim ağır kaldırmaktan (mı?) yoksa biz patronla koli yapıp mal dağıtırken, bir evrak eksikliğinden gelen 30 milyarlık cezayı atladıklarından mı veya zaten buhar kazanımız varken boşu boşuna ikincisini alıp, sonra keşke almasaydık dediklerinden mi bilmiyorum, ama neticede fıtık oldum işte. 300 milyarlık alacak ve bir sürü borç ve fıtık büyüyerek duruyorlar yerli yerinde. Ayrıldım işten. Bazı hukuki işleri halledip, fıtığı çözüp tekrar günlük harcamalarımı karşılayacak parayı kazanmanın yollarını bulmalıydım. Yaz geldi bu arada. Yazlık sitelerin önünde tezgah açıp geçici de olsa sigara ekmek paramızı çıkartır olduk.
Ha fıtık demiştik dimi..Hastanelere telefonla randevu alınıyormuş. Hemen bir hastanenin dahiliye bölümüne randevu aldım…Ama hocam bu kasık fıtığı, umarım bayan doktor değildir diye dua ederek hastaneye belirtilen saatte gittim.
Şaşırdım aslında. SSK ve Devlet hastanelerinin önündeki kuyruklar, geceden sıraya girmeler aklımda kaldığından, gittiğim yer bambaşka geldi bana. Adeta özel bir hastane gibiydi. Bankolarda bilgi veren bayanlar, her bölümde ayrıca farklı görevliler hepsinin önünde Toshiba laptaplar filan…Nooluyoruz yahu..Kimliğini uzatıyorsun, TC kimlik numaranı giriyor, printırdan sessiz ve usulca bir barkod çıkıyor, adın vs. her şey yazıyor. Sana veriyorlar. Bir de numaran var. Sözkonusu barkodun belirttiği doktorun kapısında bekliyorsun. Daha bitmedi. Her doktorun kapısının üstünde LCD monitörler var. Şu an muayenede olan hasta, ve ondan sonra sırası gelecek 3 hastanın ismi yazıyor. Otur güzel sandalyelere, gözün monitörde, sıranı bekle. Medeni bir ortam yani. Oturdum ve beklemeye başladım. Rehavet ve yüzümdeki vatandaş olmanın keyifli gülümsemesi bir müddet sonra kayboldu…Çünkü kafamı her çevirdiğimde numara aynı duruyordu…Monitörden gözümü ayırmamaya çalıştım, bir baktım, benden çok sonraki bir numara yandı…Duvarda, Sağlık personeline öncelik verilir yazıyordu. Sanırım öyle biri dedim. Sonra normale döner gibi oldu yine farklı numaralar yanmaya başladı..Alet cozuttu galiba, virüs mü ne girdi dedim. Zaten hastane ortamı, bebekler ölüp duruyor, her türlü mikrop var, virüs te vardır zahir..Ama işin aslı o değilmiş. Doktorun kapısının önü ana baba günü, kimse koltuklarında kurulup oturmuyor benim gibi, bizim barkodu dinleyen yok, giren çıkan belli değil. Bizim doktorun yanındaki bankoya baktım. Kimseler yok..Toshiba laptop duruyor açık vaziyette, bir hastanın çocuğu bilgisayarı kurcalıyor, oyun filan arıyor herhalde…öbür bankoya gittim. Burayla ilgilenen görevli yokmu? kimse sırayı dinlemiyor dedim, bizimkine bakan kız gelmemiş ogün, hemen konuştuğum bayan koşarak geldi bir fırça, bir tantana noluyor, niye sıraya uymuyorsunuz filan dedi, herkez uyuyoruz dedi, kız hemen eline bir liste aldı. Dantik bir kağıt üzerine manuel ortamda tutulmuş bir liste, okudu. Bana da “siz listeye isminizi yazdırdınız mı” dedi…Alçak sesle, salakça bir şey yaptığımı anlamış çocuk edasıyla Hayır dedim ve teknoloji harikası barkodumu gösterdim. “Bakın buraya isminizi niye yazmadınız, boşuna şikayet ediyorsunuz” dedi ve bizzat kendi elleriyle ismimi yazdı. Ben de artık sıraya girmiştim. Boş boş Toshiba laptoplara, kafasın göre bir şeyler yazan LCD monitörlere bakakaldım.
Nihayet alışık olduğumuz listedeki sıram geldi, içeri girdim, baktım ki doktor kadınmış…Üstelik Türbanlı, Pardon türban mı denir bilmem, sıkma baş gibi, bone gibi bir şey vardı kafasında (türban takamıyor ya devlet hastanesinde…) Neyse, Bunca mücadeleden sonra müşkülpesentlik ve ayrımcılık yapamazdım ..Bu fırsatı iyi değerlendirip birçok muayenemi hatta çek-ap yaptıracak bir şeyler söylemeliydim. Direk 3 ayda 15 kilo verdiğimden girdim…Sırtımı dinledi, bana eli deymedi, zinhar deymedi, sadece steteskop dokandı. Birkaç soru sordu, çok tahlil ve tektik yapılacak şeyler söyledim, sonunda da kasığımda şiş var, galiba fıtık dedim, neyseki bakayım demedi, ultrason yazdı. Kanlar filan alındı, HIV testinden, tam kan testi, biyokimya testleri, hepatit testleri filan hepsi yapıldı. Akciğer filminden ulturasona kadar. Gerçekten fıtıkmışım. Neticeleri alıp saçını göstermekten ve erkek hastaya dokunmaktan imtina eden Dahiliyeci doktoruma gittim. Neden kilo verdiğimi çözememişti, psikolojiktir dedi. Ama fıtığınız var hemen ameliyat dedi. O zaman beni cerrahiye sevkedin dedim. (Alımca prosedürleri by-pas edip kendimi cerrahiye atacaktım…!). Hayır, ona da telefonla randevu alacaksınız dedi.
Oturdum telefonun başına genel cerrahiden randevu alacağım ama ne mümkün! alamıyorsun hocam boşuna uğraşma..Sonra öğrendim. Cerrahların muayenehanesine gidip bir vizite ücreti bayılman gerekiyormuş. Öyle teknoloji ve barkodla filan olmuyor yani.
Hem Muayeneye verecek param yok, Hem de bu tip yöntemlere karşıyım ya (hayatımın bu döneminde kelimenin tam anlamıyla züğürt tesellisi bu), başka hastaneleri denemeye karar verdim. İm-kan-sıııızz… Arkadaşlarla bu mevzuları konuşurken, liseden arkadaşım zerrin bir ssk hastanesinde cerrah arkadaşı varmış hemen onu aradı, gelsin yapalım dedi..Laptop, barkod, LCD ekran yerinde duruyordu kek gibi…Türkün gücü teknolojiyi yenmişti birkez daha..Hastaneye gitim ama bizim doktorumuz da orada asistan olduğundan uzmanlardan ve hocalardan daha fazla ağırlığı olamıyordu. Neyse, poliklinik dedikleri barkodlu maceraya başladık yeniden, aynı yöntemlerle. Nihayet ameliyat günüm belli oldu….Ayın onüçünde yatacaktım. Epey zaman vardı, günlük konuşmalarda vs. eşimiz dostumuz, akrabalar, eşimin akrabaları ameliyat olacağımı öğrenmişlerdi, şimdiden geçmişolsun diyenler, basit ameliyat deyip teselli edenler filan başlamıştı..Gün geldi çattı, O gün de sanal barkod uygulamasıyla başladı ve randevu servisinden yatış kağıdını kopardık.
Bizim servisle poliklinik arasında öyle uzak ve dik yokuşu olan bir yol vardı ki, gide gele perişan olmuştum. Bu yolu gebermeden bir-çok kez gidip gelen bir hastanın masada kalmayacağını garanti altına alacak bir yöntemdi belki de bu. Fazla kurcalamadım.
Elimizde kağıtlarla servisimize çıktık. Yolun sonuna, hastanenin başına gelmiştik. Kız aldı kağıda baktı…Yer yok dedi. Bende film koptu. “Hanımefendi, sizin yataklarınız, taburcu olan ve yatan herkez bilgisayarda görülüyor, eğer boşyer olmasaydı bize bu kağıtlar verilmezdi” dedim. Orada kadın erkek koğuşu olarak görülmüyor, erkek koğuşunda tek bir boş yer var, ona da yoğunbakımdan biri gelecek dedi. İnanmıyorum, hocalar kendi hastaları için serviste boş yatak tutuyor, ben bu işleri biliyorum filan gibi bir sürü tantana ettim, dosyanızı verin ben sizi sıraya sokayım, telefon bırakın sizi arayıp çağıracağız dedi ve yine plastik cetvel ve el marifetiyle hazırlanmış bir manuel liste çıkarttı masanın altından. Eveeeet sanal ortamdan gerçek hayata geri dönmüş, ayaklarımız bir kez daha yere basmıştık.
Onca geçmiş olsun dileği, eşimin ağlayarak çantamı hazırlayışı, tanıdıkların kimi pijama, kimi kolonya, kimi ıslak mendil getirişini düşündüm bir an. Hepsi çantamızdaydı. Ama biz yine direkten dönmüştük. Cebimizdeki para da kısıtlıydı. Yani hastaneye bir kez gelecek ve eve dönecek paramızla, mazatomuz vardı. Fıtığım ve diğer her şey yerli yerinde duruyordu.
Telefon numaramızı bırakıp kös kös döndük geri. Bizim asistan arkadaşın telefonu kapalı olduğundan, ona ancak bir mesaj attım durumu özetleyen.
İki saat sonra kadar telefonum çaldı, yatak boşaldı, hemen gelin dediler. Bu arada bizi arayanlara, yer olmadığını filan söylemiştik, eve dönüyoruz demiştik. Haydaaa biz tekrar gerisin geri hastaneye döndük . Artık eşim de ağlamıyordu, ben de bir hastanın göreceği şefkat, ilgi gibi şeylerden iyice yoksun kalacağımın farkındaydım. İşin bokunu çıkarmışlardı yani. Yine birkaç kişi aradı, onlara yine hastaneye gittiğimizi söyledik…Hasss…..tiiiir….filan gibi tepkiler aldık. Tepki bizemiydi, hastane sisteminemiydi bilmiyorum. Yani öyle ya insanlar hastalıkta bir geçmiş olsun filan demek istiyor, bir sürü kontür harcıyor, sonra olmuyor, hastaneden çıkılıyor, iki saat sonra tekrar hastaneye dönülüyor…Biz, arayanlara mahçup, karizma çizilmiş şekilde hastaneye gittik. Yerim güzeldi. Yerleşiverdik bi çabuk. Yine eşe dosta haber verildi, “aaaa niye söylemediniz, bir geçmiş olsun derdik, çok kırıldık..” demesinler diye…Haa bu arada bazı yakın akrabalar da hiç aramamışlardı “geçmiş olsun demek için” onlarda uzak ve soğuk tavırlarını böyle sergiliyorlardı. “Amaaan yatsın ameliyat olsun bir geçmişolsun deriz olur biter diyorlardı” ama ne yazıkki onlarda uzaktan uzağa aldıkları bilgilerle şaşkına dönmüş ve ters köşe olmuşlardı…..Neyse yatağı sağlama almıştık ya. Yakın akraba diplomasisini başka bahara erteledik.
Doktorlar geldi, Boş yatak vardı ama ameliyat masasında ertesi günkü sırada ben yokmuşum. Bir sonraki gün de ameliyat yokmuş. Belki ondan sonraki günler sıra gelirmiş ameliyata….”İsterseniz eve çıkın biz sıra gelince sizi çağıralım” dediler yine..!
Eşimi teselli edip eve yollamış, terliklerimi giymiş yatağıma alışmaya başlamıştım. Ne evi şimdi…Fıtığı filan geçtim. Dostların, akrabaların yüzüne nasıl bakacaktım. Ulan hiç olmazsa bir gece yatayım bari şu hastanede de iyice rezil olmayayım dedim. Bizim asistan arkadaş geldi. Abi senin ameliyat basit, yarın fırsat bulursak araya sıkıştırırız, sabah ye sonra bir şey yeme hazır bekle dedi…
Uzandım yatağıma…Pencereler çift cam, çift açılır sistem pimapen. Yatakların kenarında düğmeler var, dokunuyorsun 3-4 pozisyona giriyor yatak. Eskiden amerikan hastanesinde filan vardı böyle şeyler..SSK hastanelerinde ise elle kaldırılan kademeli bir stoplama sistemi olurdu. Tuvaletlerde kağıt havlu, tuvalet kağıdı. Yemek, temizlik hizmetleri vs. özel şirketlerden satınalınıyor. Otelcilik güzel yani. Tahminim hepsi ihale açıp alınıyor. Yani anlayacağınız ihale yöntemiyle yapılacak her birşey tamamdı, LCD ekranlar, yazılım, barkod, tuvalet kağıdı, kağıt havlu, çift açılır camlar vs. vs.
Faça ve her şey tamam da peki benim gariban halkım bu engelleri bu gayri resmi prosedürleri nasıl aşıp kapağı buraya atabilecek diye düşündüm. O gariban halkım, nasıl doktorun muayenehanesini bulacak, parayı nasıl ödeyecek, önce yatakta yer, sonra ameliyat masasında nasıl yer kapacak diye hayıflandım.
Aklıma Nazım’ın Memleketimden insan manzaralarından bir bölüm geldi..:
“Akşamdı, kıpkızıldı ortalık.
Karşıda bozkırda Dümelli Mehmet
Ağzının
Tam ortadan
Yarısı dişsiz
Ve çipil, mavi gözleri ıslak.
İçeride otaklavın uğultusu:
Dümelli’nin karısı ameliyat olacak.
Doktorla Dümelli konuşuyorlar:
- Bağırsağı düğümlenmiş
Karnını yaracağız.
-Ölür mü ki?
-Karnını yarmazsak ölür mutlaka,
karnını yararsak belki kurtulur.
- iki bebesi var.
Komşuya koyup geldik.
Bir defa ödlümüydü…
- Karnını yarmazsak ölür mutlaka
- Gece harman yerinde hani,
Örtümüz neyimiz de yok.
Bebeler de yanında.
Harman yerinde hani,
‘uy anam’ dedi bağırdı
göbeğini bastırıp
bulaştı kıvranmaya.
Ölür mü ki?
Bir ilaç yazıversen.
- İlaç kar etmez
Karnını yaracağız.
- Sen bilirsin.
Gece harman yerinde çıplaktık hani.
Bir sarı hap içirsen…..

Şimdi Nazımın anlattığı bu Dümelli Mehmet’i bir düşünün, gelmiş bugünün hastanelerine, ben düşündüm içim sızladı.
Devletin hastaneleri, doktorların özel muayenehanelerinde yatak ve ameliyat sırası belirlenen kurumlar haline dönmüş.
Tüm personel, hiyerarşiye uygun davranarak yerini ve sırasını biliyor, kimse kimsenin ayağına basmamaya özen gösteriyor. Ya vatandaş?
Vatandaşı SİKTİREDİN. Evet, evet! Yanlış duymadınız siktiredin. Tamam, Düzen bozk ama Düzülenler de bozuk arkadaşlar. Onlar bu doktorlardan berbat.. Nerde benim saf Dümelli Mehmet misali Anadolu köylülerim…Abi herkez bizden akıllı. Doktorlar devletin ameliyathanesini yatağını kendi babasının çiftliği gibi kullanıyor diyoruz ya, işte o doktorlar var ya, kapılarda bekleyen, elinde barkodlu sanal listeler ile manuel listeler arasında ustalıkla cirit atan bu milletin çocukları. Uzaydan gelmediler yani.
Kadının elindeki barkodda sıra numarası 20 yazıyor, ben kapıyı tutmuşum, benden önce bir kadın var o girsin, sonra ben dalacağım, öyle koltukta oturup sıranı bekleme romantikliğim geçmiş, kurdu olmuşum hastanenin kardeşim. Arkamdaki kadının gözü kapıda, tüm vücudu sırtımda, aralanıverse aradan feyk atıp dalacak içeri. Kadına döndüm, bak dedim benim kağıdımda 17 yazıyor ben senden önce gireceğim, hiç zorlama dedim. Yok yani benim işim çok az bir yatış işlemi için giricem dedi. Kardeşim ben de yatış işlemi için geldim, benim ki de çok kısa dedim. O bu kez, ben zaten demin girmiştim, bir imza eksikmiş, hemen onu alıcam dedi. Düzgün, modern giyimli layikçi çağdaş bir hanım görünümündeydi…Bak dedim, senin numaran 20 benim 17, benden önce bir kere nasıl olduysa girmişsin, ikinci kez girmek istiyorsun, olmaaaz…dedim. Neyse bunu çözdük, ordan imzayı aldık. Başka kapıya yöneldik. buradada başı bağlı, ya istanbulun varoşlarından, yada İstanbul dışından gelmiş bir kadın arkadan zorluyor, hanım hanım ben sizden önceyim, benden sonra siz girin diyorum. Barkoduna filan bakıyorum..Kadın iç Anadolu şivesiyle..”aslında benim bu sıraya heç girmemem ilazım, direk dohtorun yanına getmeliymişim..” deyip duruyor.
Ne acımasız millet olmuşuz be. Hani otobüste filan olur, yaşlı, hamile veya bayan diye yerini verirsin. Be kardeşim, burada kuyrukta bekleyen herkezin bir illeti var herkez hasta veya hastası için burada, bu ne acımasızlık, bu ne saygısızlık. Savaşlarda bile hastaneler eldengeldiğince bombalanmaz. İyi kötü saygı gösterilir. Bizim millet hiçbirşey dinlemez durumda dalıyor bodoslama.
Neyse o gece yattık. Hastanede beş kişilik koğuşta 3 kişiydik. 2 yatak boştu yani. Beni de çağırmasalar, 3 yatak boştu. Yoğun bakımdan filan da kimse gelmedi. Sadece gece boyu karşımda yeni ameliyattan çıkmış beyin bitmek tükenmez bilmeyen ziyaretçileri doldu taştı. Hele bir keresinde tam 7 kişi daldı içeri (seydğm imin olun) ellerinde kol gibi dürüm yapılmış, buram buram kokan lahmacunlarla. Hasta Adamcağız kesif lahmacun kokusu ile ancak narkozun etkisinden çıktı da, ziyaretçilerini “merdiven başında yeyin” diye kovdu da oda havalandı biraz.
Neyse, ertesi gün ameliyatımın “aradan çıkartılacağı” bir ana odaklanıp geçti…Her narkozdan baygın hasta gelişinde kulak kabarttım servise…Tık yok…Saat 15,30 da karımın ağlayarak hazırladığı çantacığımı geresin geri doldurmaya başladım. Pijamamı çıkartıp pantalonumu giydim. Bizim asistanı gözlemeye başladım. Geldi. “Abi, bir ameliyat uzun sürmeseydi seni aradan çıkartacaktık, sen eve git ameliyat listesi oluşunca seni ararım, haa söylemeyi unuttum, etek tıraşı da ol dedi…”Oysa o kadar sık etek traşı oluyordum ki artık sakal gibi günlük traş istiyordu alarm zili çalan eteklerim.
Çantam hazırdı zaten, annesinde bekleyen karımı aradım, geliyorum dedim. O da ilgili şahısları aradı, bir hastiiiirrr.. daha yedi. Kös kös evimize geldik. Beni aradıklarında hastaneye geri gideceğim. Şu an resmen hastanede yatıyor ve ameliyat sırası bekliyor gözüküyorum (bana çıkan yemeği kim yiyor lan…!”) Aslında, evde bu satırları yazıyorum.
Peki hocam baştaki bu hücre mücre muhabbeti ne ola ki, konuyu nasıl bağlayacaksın? derseniz, şeyle diyeyim, Hani bir Rus bilim adamı vardı ya Baron Mereşkovski, hücrelerin bu farklı yapılarını inceledikten sonra: “Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmalarının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız kloroplast bulunmasıdır” demişti. Kloropalst filan gibi süslü lafları geçelim, adam harbi otları tarif ediyor yani.
Kurallara uyan, barışçı, sözünde duran, kimseyi mağdur etmek istemeyen, borcunu ödemek için arsalarını satan, kredi kartından paralar çeken, hastanede salak salak barkodundaki sırayı takip eden halimle OT gibi hissediyorum kendimi de ondan.
Okuduğum kitabın adına bak hele bi-kere “Dinazorların sessiz gecesi”ymiş, dinazorların da bizim de neslimiz tükendi dostlar…. Ameliyat olabilirsem eğer, devamını da yazarım merak edenlere….!

Hiç yorum yok: